Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Ben” temalı dördüncü sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
İnsan, doğar doğmaz kendi kendisiyledir ve daha dünyaya gözünü açmamışken kendi içinde var olur. İnsan kendini bilerek dünyaya gelir, bu bilgiyle doğar ve çocukluğunu bu bilgiyle geçirir. Ancak zamanla yetişkinliğe ilerleyen insan, maruz kaldığı etkilerle bu bilgiden uzaklaşır. Çocukken her şey daha bir gerçek ve her şey daha bir anlaşılırdır. Çocuk her şeyi apaçık, olduğu gibi algılamaya meyillidir. Şeyleri olduğu gibi kavrar, hikaye ve masallara inanır, bir şeyi imgeleyebiliyorsa o şey vardır; çünkü imge de pek bir gerçektir, neredeyse elle tutulabilir bir mefhumdur ona göre. Bu durum yetişkinlerin çocuğu küçük görmesine, daha yumuşak bir tabirle çocuğun doğal davranışına ve merakına hafif bir tebessümle karşılık vermesine sebep olur. Ancak çocuk gördüğü, duyduğu, kısacası dünyada deneyimlediği her şeyi tam bir kabullenişle içine alır, “kandırıldığı” aklına gelmez; o, anlatılanı yaşar. Çocuğun dünya algısı herhangi bir yetişkine kıyasla daha gerçek ve maddeseldir. Absürt hikayeler bile onun için gerçektir. Aslında çocuk, bir yetişkine göre, gerçekliğe daha yakındır ve gerçekliği zihninde kavrayabilir. Yetişkinlikte ise beklenti, gelenek, töre, toplumun görüşü, ailenin ve arkadaşların düşünce kalıpları, yargıları tarafından sürekli çekiştirme, itip kakma hali mevcuttur. Birey oradan oraya savrulur ve en sonunda homojenleştirilmeye çalışılan heterojen yığınlardaki çökeltilerden biri olur.Hayat denen yolda, saf “ben”e sahip olan çocuk büyüdükçe önce “öteki”ne ulaşır, ardından “öteki” yerini “başkası”na devreder, “başkası” ise bireyi mutlak sona, yani intihara götürür. “Öteki” deliliğe evrilebilir, “başkası” ise kesinkes intihara götürür. İntihar iki anlamdadır; birincisi aklen intihar, diğeri ise bedenen intihardır. Bundan kurtuluş yolu “ben”e dönmektir. Şimdi bu yolculuğu inceleyeceğiz. (…)
Abdullah YUNUS