Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Sınır” temalı beşinci sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
Her insan bir kafesin içinde var olur. Bu ironik bir biçimde, canlının bir kafesin içinde yani rahimde büyüyüp gelişmesi ve en sonunda bir kafeste, kendi bedeninde dünyaya gözünü açması ile simgelenir. Kafesin içinde var olmak belki de yavan ve aynı zamanda bilindik bir benzetmedir. Ancak evrenin varlığı; insan için setlerin, sınırların olduğunu, onun reddedemeyeceği bir biçimde önüne sunulmasıdır. İnsan sınırlı -ya da sınırlandırılmış- bir varlıktır. Bu yüzdendir ki sınırsız bir şeyi düşünemez. Sınırsız bir şeyden korkar ve sınırsız olanı da zihninde sınırlandırma eğilimindedir. Bu bağlamda düşünürsek gördüğümüz, duyduğumuz, kısacası algıladığımız her şeyi kendi kafesimize; yani aklımıza sokarız. Çevremizdeki değişkenleri, sabit nesneleri kendi algı süzgecimizden geçirip kendi algı kapasitemizle yorumlarız ve sonunda o şey artık bize ait olur. Bireye kendi dışındaki şeyler ne kadar yabancı gelirse gelsin zihnindeki o “şey” in imgesi tam olarak bireye aittir. İnsan için sınır çok önemlidir, değer verebilmesi ve değer görebilmesi için sınıra ihtiyacı vardır. Sınır onun düşünebilmesini ve yaşayabilmesini sağlar, çünkü doğası gereği insan sınırlıdır ve bu yüzden ancak sınırı olan bir şeyi kavrayabilir. Bu bağlamda “düşünebiliyorsam yoktur” sözünü ele alacağız; insan varoluşunun anlamını ararken neden düşündüğümüz hiçbir şeyin aradığımız şey olamayacağını inceleyeceğiz. Öncelikle sınıra ve bu sınır içinde bireyin kendine verdiği değere değineceğiz. (…)
Abdullah YUNUS