Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Ben” temalı dördüncü sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
Nietzsche’nin not defterine “Şu ana kadar yaşamaya nasıl dayandım!” notunu yazdıran, bir bedene sahip olmaktan utanan Plotinos’a “Neden bir bedene sahip olduğumu merak ediyorum; ne yanlış gitti de bu oldu?” dedirten hayat bizlere ilk ne zaman kendi farkındalığımızın idrakine ulaştırmıştır? Bu faza ulaşılan ilk an idrakin tahayyüllünün dile dökülebildiği an ile paralel mi gelişir yoksa bu fikir beynimizin arka odalarında saklambaç oynayan haylaz bir çocuk gibi koşturur mu?
Bir analoji olarak esasen bu çocuk, bizim egomuzdur. Ego sözlük tanımıyla, dış dünya ile ilişkimizi düzenleyen karmaşık zihinsel yapıların bütünüdür. Freud’un yapısal modeline göre ise bu arka odalarda koşturan çocukların sayısı üçtür; İd (alt benlik), ego (benlik) ve süper ego (üst benlik). İd, bu çocukların en büyüğü ve en şımarığıdır. Doğduğumuz anda var olur ve doğduğumuz andan itibaren bizimledir. Bu, idin yaşam ve ölüm içgüdülerini kanıksadığının delili niteliktedir. Aynı zamanda haz ilkesiyle kuşanarak, kucağında kalıtsal olarak bize miras bırakılmış içgüdülerimizi de taşır. Bu çocuk kişisel tatminini tüm mantık, ahlak ve zaman mefhumlarından öte tutarak tamamlar. İşlevlerinin arasında yeme, içme, cinsellik, yalın saldırganlık ve acıdan kaçınma eğilimleri mevcuttur. İd, gözümüze kötü bir çocuk gibi gelse de hayatta kalmamızın en büyük destekçisidir ve bu çocuk adeta diğer benlikleri kucaklayan, koruyucu bir zırhtır. İdin küçük kardeşi olan ego, beynin bilinçdışı işlevselliğinin gölgesinde soluklanır. O içimizdeki ben ile dış dünyamızın arabuluculuğunu bilinçli olarak üstlenir. Bu esnada görgülleri gözler, sentezler ve değerlendirir. (…)
Aslı GÜMÜŞ