Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Fildişi Kule” temalı ikinci sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
İnsan iki ayağı üzerinde dik yürümeye başladığında kendini asıl olan dengesizliğine mahkûm etmiştir. Mahkûmiyet, bahşedilmiş olanakların potansiyeline hapsedilişimizin başlangıcıdır. Bu hapsediliş akabinde zıttının da var olması anlamına gelir ki hayatın içinde gösterdiğimiz bu dik duruş beraberinde düşmeyi de var eder. Ayakta kalabilenin dengesi rüzgârda salınan bir başak kadardır, sürekli olarak onu eğilmeye çağıran güçlerce bozulur. Bazı zamanlarda ise insanoğlu dikeyliğin dengesinden sıkılır ve bu çağrının arzusuna kapılır. Rüzgârda savrulmak; görünmeyen bir yerde, düşüşünün yağında kavrulmak ister. Bu arzunun belki de en güçlü ve dolu olan perspektifi rüzgârın alıp fildişi kuleye ulaştırdığı sanatçıların silsilesidir. Bazı zamanlarda bu yel öylesine güçlü ve kararlıdır ki götürdüğü sanatçının ruhundaki tüm doneleri söküp alarak gerisinde cansız bir beden bırakır. İşte bu sihir adeta fildişi kulenin duvarlarını zehirli bir sarmaşık gibi sarmalar. Bu sarmaşığın sıkıp sarmaladığı bedenler yalnız ve yalnızca ruhundaki tüm sanatı eserlerine verdiği an üzerinden çekilir. (…)
Aslı GÜMÜŞ