Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Sınır” temalı beşinci sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
“İşte bu sırrı verdi bana yaşamın kendisi. “Bak,” dedi, “ben kendini sürekli olarak aşması gerekenim.” – Friedrich Nietzsche
Var olanın kendisinden söküp atmaya çalıştığı, insanın doğasında sürekli küf tutan ve sorgulanması gereken olgularından birisidir yıkım olgusu. Bireyde ölüm bilinci ile yüze vurulan bu durum akıl-dışılığa yorulur, olumsuzlanır ve birey kendi yıkımını reddeder. Varlık olarak yıkıma uğramanın bireyde “hiç var olmayacak olma, varlığın noksan kalması” gibi görülüyor olması, bireyin doğasını (kozmosunu) şaşkınlığa uğratır. Afallayıp yere çakılan birey hareket etmeme uğruna verilmiş doğasını aldatılan konuma çeker. Bu durumda birey, birey olmaktan sıyrılıp “Aldatan/Aldanan Özne”ye dönüşür. Sartre’ın ünlü tartışmasında ortaya konan sorun da budur: “Aldatılan olarak benden gizlenen gerçeği aldatan olarak bilmek durumundayım. Dahası, ben bu hakikati kendimden daha özenle saklamak için çok daha kesin bir şekilde bilmek zorundayım…” Aldatan özne, kendi ölümünü, kesin bir şekilde aldatılan olarak bilir. Fakat aldatan bilinç aynı zamanda gerçeği engelleyerek farkındalığa karşı savaş içindedir. Özne bunu söylem haline getiremez, ağızdan ağıza dolaşmasını istemez, kurgular yaratıp yapay bir doğa kurar. Cenazelerde ise bu edilgenliğinden biraz olsun sıyrılarak cesedi içselleştirmeye çalışsa da bir nevi sağaltım süreciyle “yaşayan” olduğunu bilir. Ölüme (bedenen yıkıma) yapılan bu bencil direnişler hayatın her alanında kendinde yer edinir. (…)
Gökhan Buğra OĞUZHAN