Bu yazı, Noktasız Dergi’nin “Sürgün” temalı onuncu sayısında yayımlanmıştır. Yazının tamamını okumak için tıklayınız…
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da bulunan varoluşçu düşünürlerden birisi olarak kabul edilen Albert Camus, kendisine biçilen bu kalıptan hiç hoşlanmamış ve rahatsızlığını ona verilen her şansta dile getirmiştir. İlk bakışta Sartre ve de Beauvoir gibi filozoflarla aynı grupta tasniflenebilecek olan Camus’nun, eserlerinin derinliği ve felsefesinin alt metni anlaşıldığında tamamen farklı bir kategoriye ait olduğu fark edilir. Söz konusu durum, Camus’nun döneminin dışında kalan bir felsefeci olduğunu göstermez, aksine; o, zamanına ait fakat kendisinden içerisinde olması beklenen komünitenin dışında durmaya gayret etmiş bir filozoftur.
Felsefe, bir alan olarak, her şeyden önce, tanışıklığı gerektirir. Camus’nün felsefesinde sürgün düşüncesinin yoğunluğu da bu nosyona dayandırılabilir. Doğduğu coğrafyadan Fransa’ya göçü, kendini dönemin diğer düşünürleriyle aynı gruba koyamaması gibi öznel ve bir hayli kişisel olan sebepler, Camus’nün insanın dünyadaki varlığını rezilane ya da utanılacak bir varoluş olarak tanımlamasına yer vermiş olabilir. (…)
Kevser ŞAHİN